Kültür nedir?
Türk Dil Kurumu sözlüğünde tanımı şöyledir:
Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.
Bana göre özetle; insanların yaptığı, söylediği ve yazıya geçirdiği her şey.
Bu tanımdan yola çıkarak Fransız Kültürünün Antakya’da -daha geniş olarak Hatay’daki- etkisini ele alalım.
Paylaşımın amacı öncelikle kaynakları sömürmektir. Ancak İskenderun Sancağı olarak düşünüldüğünde sömürülecek bir kaynak göze çarpmıyordu. Petrol, bor, demir cevheri falan yoktu. Alabildiğine verimli topraktan başka bir şey yoktu. İngilizler ise Musul, Kerkük gibi petrol fışkıran bölgelere oturmuşlardı.
Fransızlar Hatay’ı Kasım 1918’de işgal ettiler. Milletler Cemiyetinde A. B. D. Tarafından ortaya atılan, yaldızlanarak sunulan aslında sömürge amaçlı Wilson prensipleri ve Manda Yönetimi kavramının kabulü sonucu gerçekleşen işgallerde başrolü İngiltere ve Fransa aldılar. A. B. D. Çok uğraşmasına karşın bölgeye giremedi.
Fransızlar Antakya’da bir iki yıl sonra birçok konuda otorite oluşturmaya başladılar. Modern anlamda ilk mektepler kuruldu. Habibneccar, Kastal ve Köprü mektepleri… Bunlar çağa uygun okullardı. Ayrıca bu okullarda Fransızca okutuluyordu. Fransızlar dillerini öğrenilmesini sağladılar. Gerçekten ilkokuldan başlayarak Fransızca öğretmeleri sonucu liseyi bitiren iyi derecede Fransızca konuşabiliyorlardı. Bu okullarda öğrencilere ilk derslerde defterlerine “Viva la France” yazdıran Fransız mantığı çok eleştirildi. Ancak daha sonraki yıllarda A.B.D. ile yakın ilişkilere giren Türkiye Cumhuriyeti yönetimleri İngilizce temelli eğitim uygulamaya başladılar.
Fransızların Hatay’da kültürel etkilerine bayındırlık ve mühendislik alanlarında yaptıklarını da eklemek gerekir. 21 yıl boyunca fiziki katkılar şunlardır:
Şose bir yol olan Antakya-İskenderun yolunun yapılması ve asfalt yol olarak hizmete açılması. Bu yolun açılma amacı aslında askeri amaçlıdır. Fransızlar bu yolu denetimleri sırasında daha hızlı hereket etmeyi planlamıştır. Askeri amaçla kullanılan bu yol sivil ulaşımda da kullanıldı. Fransızlar gittikten sonra bu yol çok uzun yıllar şehirlerarası ulaşımda kullanıldı. Halen birçok bölümü durmaktadır.
Antakya Lisesinin yapımı gerçekten çok önemli bir çalışmadır. Çok estetik ve işlevsel bir yapı olan Antakya Lisesi 1932 yılında oluşturuldu.
Diğer çalışmalar Müzenin yapılması, Harbiye yolunun açılmasıdır. Arkeolojik kazılar bu dönemde başlamış, mozaik ve diğer eserler bu dönemde çıkarılarak müzeye yerleştirilmiştir. Kazılarda çıkanların yarısı kazıyı yapan Fransa, İngiltere ve A.B.D. tarafından ülkelerine götürülmesine karşın 1923-1938 yılları arasında yapılan kazılarda bulunanlar bugünkü müzenin % 90 materyalini kapsamaktadır. 1939 dan bu yan ciddi bir kazı yapılamamıştır.
Nusayrilik mezhebinin bilinir duruma getirilmesi. Bu çabanın olumlu bir katkıdır. Fransızların baskı altında ve inkâr edilir durumdaki bu mezhebe inanan on binlerce kişiyi ortaya çıkarmaları önemli bir olaydır. Fransızlardan sonra da uzun yıllar şovenist anlayışla aşağılanmaya çalışılan bu kardeşlerimiz sabır denen büyük hasletlerini kullanarak sayılır duruma gelmişlerdir. Bu yolun başlangıcı Fransızların bu konuda yaptıkları olduğunu vurgulamak gerekir.
Fransızların Nusayrilik konusunda araştırma çabaları 1800lü yılların sonu ve 1900lü yılların başında başlamıştır. Rene Dussaud’un Les Nosairis adlı kitabı bu konuda en önemli kitaptır. Fransızca olan bu kitap 1900 yılında basılmıştır. 350 sayfa olan kitabın sonunda Arapça harflerle yazılmış DUALAR bölümü vardır. Bu önemli çalışma pek az bilinmektedir. Bu kitabın Türkçe’ye çevrilmesi gerektiği düşüncesindeyim.
Fransızlar yaptıkları nüfus anketlerinde de Nusayrileri saymışlardır.
Fransızların bu konudaki girişimi de 1925 yılında Lazkıye çevresinde kurdukları Alevi Devletidir. Bu yıllarda Fransızlar Suriye coğrafyasını dörde bölmüşlerdir (1). Burada amaç bölmek olsa da Nusayriler kendilerinden söz edilme olanağı bulmuştur.
Daha sonraları ajitasyon amaçlı ortaya atılan “Eti Türküsünüz” iddiaları kısa bir süre etkili olsa da zamanla Nusayri Kültürünün varlığı ortaya çıkmıştır. Bu realitenin ortaya çıkışı Fransızlar tarafından ateşlenmiş ve sonraki dönemlerde Nusayrilerin büyük çabaları kendilerini kanıtlamaları sonucunu doğurmuştur.
Önemli kitaplar bu dönemde yazılmıştır. Nüfus verileri, iklim, arazi şekilleri, orman, akarsu etütleri, yaşam tarzları, tarım, ticaret gibi konularda ciddi araştırma ve çalışmalar yazılı olarak basılmıştır. Bugün bile bu kaynaklar araştırmalarda en önemli kaynaktır (2).
Sinema ile Antakyalıların tanışması Fransızlar döneminde olmuştur. Paşa Bostanı denilen bahçelik yerde ilkyazlık sinema Fransızlar tarafından oluşturulmuştur. Vilayetin sağında küçük parka dönülecek yerde (Yahyaoğlu Apartmanı ve altındaki apartmanlar) Asi’ye kadar bir bahçe vardı. Burada 1923 yılında ilk açık hava sineması işletilmiştir (3). Yine bu yıllarda Empire, Roxi ve Royal kapalı sinemaları açılmıştır.
Benim saptayabildiğim kültür etkilenmeleri bunlardır.
Yemek, mobilya tarzı, eğlence kültürü hakkında da uzmanının yazacakları olacaktır.
Yukarıda değinmeye çalıştığım gibi Fransızlar Hatay’dan ayrıldıklarında kazançla mı ayrıldılar, zararla mı ayrıldılar bilinmez.
Arif Okay – Ekim 2011
“Fransa’nın Doğudaki Ölümü”
Yolumun üzerinde eski Antakya asfaltı var. İki yanında ağaçlar. Palmiyeler, çınarlar, çamlar. Yönümü Sarımazı-Belen doğrultusuna çevirince sağda Belediye Kültür Merkezi yer alıyor. Bu yapının yerinde kilise mi vardı eskiden? Bitişikteki Fransız mezarlığının önüne varınca yolun karşı kıyısına geçip mezarlığın girişindeki anıtsal kapıyı, ayrıntılarıyla görmek üzere uzun uzun inceledim. Eski Roma yapılarındaki kemerli kapıları andırıyordu. En tepede, kapı genişliğine ortalanan “Cimetiere Militaire Français” yazısı yer almıştı. (Fransız Askeri Mezarlığı) Ortada yer alan kapı aralığının üzerinde büyük harflerden oluşan sağlı sollu yazılar vardı ayrıca. İlkin soldaki yazıyı okuyup çantamdaki not defterine yazdım:
Aux Morts
Pour
La France
1919-1921
(1919-1921 Yılları Arasında Fransa İçin Ölenler)
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan tarafından paylaşılması ve sonra da işgal edilmesi sürecinde Lübnan, Suriye ve Güney Anadolu topraklarına göz koyan Fransa, 1916 yılında İngiltere ve Rusya ile imzaladığı Sykes-Picot Anlaşmasıyla kazandığı olanaklar doğrultusunda bölgede hak sahibi oluyordu. Bu anlaşmanın yürürlüğe girip eyleme dönüşmesi içinse 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’ni beklemişlerdi. Savaş sona erip Osmanlı İmparatorluğu yenik düşünce, söz konusu mütarekenin imzalanmasını izleyen birkaç ay içinde Fransa ilkin İskenderun’u sonra da Antakya’yı işgal etti. Daha sonra İngiltere ve İtalya’dan oluşan Yüksek Konsey, 25 Nisan 1920’de San Remo’da toplanarak Suriye ile Lübnan’ın tek bir manda yönetimi altında Fransa’ya bırakılmasına karar verince durum daha da ciddileşti ve kesinleşti. Böylece İskenderun Sancağı’nda iki yıl önce başlatılan Fransız işgalinin ardından 1937’ye kadar sürecek olan manda yönetimi dönemi başlamış oldu. Fransa’nın da içinde bulunduğu Avrupa devletleri karşısında yaptığımız Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında Fransa ile imzalanan Ankara (Franklin-Bouillon) Anlaşması sonucunda, 20 Ekim 1921’de iki ülke arasındaki savaş son buldu. Bu anlaşma doğrultusunda ülkenin güneydoğu sınırı saptanmış, Halep yönetiminden bağımsız kılınan İskenderun yönetimi yarı özerk bir yapıya kavuşturulmuştur. Ancak, İskenderun Sancağı’nın bu yarı özerk durumu fazla uzun sürmemiş, kent, Suriye’de egemenlik hakları edinen Fransa’nın 1924 yılında Şam ile Halep’i birleştirerek oluşturduğu Suriye Devleti’ne bağlanmıştır. Fransa’nın amacı, sömürgecilik anlayışıyla egemenlik kurduğu tüm bölgeyi Suriye üzerinden genişleterek kendi çıkarları doğrultusunda yönetimine bağlamaktı. Yönetimde etki ve yetki Fransa’daydı. Yeni oluşturulan Suriye Devleti’nin görevlendirdiği bir mutasarrıfın yanı sıra yönetimde yer alan Fransız delege geniş yetkilerle donatılmış ve kendisine her konuda geniş söz hakkı sağlanmıştı. Yönetimin alacağı bütün kararlarda ve uygulamalarda asıl belirleyici bu Fransız delegeydi. Anılan delege, Beyrut’ta ikâmet eden Fransız Yüksek Komiserine bağlı çalışacak, ona karşı sorumlu olacaktı. Fransızların bu oldubittisi karşısında boş durmayan ve hoşnutsuzluğunu dile getirerek direnişlerde bulunan yöre halkının baskısıyla İskenderun Sancağı, Fransızların bir kez daha özerklik tanımasıyla “çok kısa süren bir İskenderun Devleti dönemi yaşadı.” 1930 yılında ise, kent, yine Fransızların etkisiyle, Suriye ve Lübnan’ı da içine alan manda bölgesinde yeniden belirlenen yönetim birimlerinin arasında yer aldı. Söz konusu gelişmeler olurken bölge ile ilgisini canlı tutmayı sürdüren Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin kararlı ve sürekli çabaları sonucunda oluşturulan olumlu havanın ardından Birleşmiş Milletler Örgütü’ne başvurmasıyla 27 Ocak 1937’de bölgeye tam özerklik verilmesi kararlaştırıldı; böylece İskenderun Sancağı’nda Fransızların manda yönetimi sona erdi. Bu gelişmelerin ardından, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün karara bağladığı özerkleşme sürecinin doğal sonucu olarak, 2 Eylül 1938’de bağımsız Hatay Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Süreç bu oluşumla da tamamlanmamıştı. Yöre halkının isteğinin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin sürekli uğraşlarının da etkisiyle 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay Millet Meclisi Anavatan’a iltihak kararı aldı. Bu karar doğrultusunda TBMM’den çıkarılan özel bir yasayla Hatay Anavatan’a katılmış oldu. 23 Temmuz 1939 günü katılma töreni Hatay’da gerçekleşti. Sürecin sonunda, bölgeyi işgal etmiş olan Fransız askerleri çekilip gitmek zorunda kaldı. Ancak, geride bıraktıkları ölüler Fransız Askeri Mezarlığında uyuyacaklardı. Onların varlığı, belki de, gelecekte ülkeye göz dikecek olan yeni emperyalistler için ibret ve uyarı işlevi görecekti. Böylece, Hatay sorunu, Atatürk’ün 15 Mart 1923’te Adana’da yapmış olduğu konuşmasındaki görüşleri doğrultusunda çözülmüş oluyordu.
Konuyla ilgili farklı açılımları olan görüşler de dile getirilmiştir.
“İskenderun ve Antakya bölgeleri halklarına kendi kaderlerini belirleme hakkı Fransa ve Türkiye arasında yapılan bir anlaşma ile tanınınca, Suriye heyeti Türklere anlaşmanın yeni seçilmiş bir meclis tarafından onaylanmasını sağlamak üzere Sancakta seçim yapmayı önerir. Bunun üzerine Türk Hükümeti Tayfur Mürsel Sökmen’i bu seçime katılmanın yararlı olup olmadığını tartışmak üzere Ankara’ya çağırır. Sancakta Türklerin çoğunlukta olduğuna inandıkları için seçime katılmaktan yanadırlar. Fakat gerçek durumu daha iyi bilen Sökmen onları seçimlerin boykot edilmesi gerektiği konusunda ikna eder ve Türkler seçimleri boykot ederler. Daha sonra, Atatürk’ün ‘Dört bin yıldır Türk Toprağı olan Sancak’ sözünden yola çıkarak bir kampanya başlatırlar ve tüm ekim ayı boyunca gazetelerde, en azından ‘şaşırtıcı’ olduğu söylenebilecek bir teorinin geliştirildiği görülür. Buna göre Sancak halkının ataları Hititler, daha doğrusu binlerce yıl önce Çin’den göç edip buralara yerleşmiş, aslında Çin’in kuzeyinde yaşayan bir Türk-Moğol soyu olan Hitay’lardı. Bu teoriye göre Sancak’taki bir yere Hetye denilmesi de bunun kanıtıydı. Nitekim Sancak bundan sonra Hatay olarak adlandırılacaktı.” (Sökmen 1978 ve M. Tunçay’dan aktaran Doğruel.) Buradaki duyarlı nokta, yeni seçim öneren Suriye’nin, seçim öncesindeki mevcut parlamentodan niçin hoşnut olmadığının açıklanmamış olmasıdır. Suriye durumdan hoşnut değilse, nedeni, o dönemdeki parlamentodaki dağılımın, Türklerin çoğunlukta olduğu gerçeğine dayanmasıdır. “Antakya’da yapılan 1924 tarihli sayımda Sancak genelinde nüfus dağılımı şöyledir: Türkler 47.445 ile % 37.10, Aleviler 36.918 ile % 28.14 (Alevilerin içinde Türk Alevilerin olduğu da unutulmamalı.- BG), Şiiler 26.763 ile % 20.96 (Bunların arasında Türk olup olmadığı da belirtilmiyor.- BG), diğer Kürt, Kafkasyalı ve Yahudiler 2.228 ile % 1.72, Sünni Araplar 14.482 ile % 11.31. Toplam nüfus 127.886’dır. 1939 yılında yaklaşık 220.000 olan toplam nüfusun % 39’u Türk, % 28’i Alevi (içinde Türkler de var kuşkusuz.- BG), % 11’i Ermeni, % 10’u Sünni Arap ve % 8’i diğer Hıristiyanlar olarak belirlenmiştir. (Türkmen, 1937; Stefanos, 1994’ten aktaran: Doğruel) Durum, Fransızların manda yönetimi yıllarında (1924) ve Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması döneminde (1939) böyle olmasına karşın, söz konusu olgunun başka alanlara çekilerek tartışılmasını anlamakta zorlanıyorum. Bugünkü AB ve başka uluslararası ilişkilere bakarak, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdikinden çok daha güçlü ve sözü dinlenir olmasının yanı sıra dönemin Cumhuriyet hükümetlerinin de şimdikilerden çok daha başarılı olduğu gerçeğini görüyorum. Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu’yu istilacılardan bileğinin gücüyle temizlediği gibi, Hatay sorununu da hem Hatay halkının iradesi doğrultusunda hem de yine bileğinin gücü ve uluslararası politikasının tutarlılığıyla çözmüştür. Sonuç olarak, istilacı ve mandacı Fransızlar ülkeyi ve bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.
İşte böyledir… Gidip işgal edersiniz bir yerleri, geride ölüler bırakırsınız; yanı sıra yüz kızartıcı suçlardan, acılardan, eziyetlerden, haksızlıklardan, kaba güç eseri barbarlıklardan oluşan bir tarih bırakırsınız. O zamanlar ölüler uçaklarla anayurtlarına taşınamazdı ve gömülürlerdi yabancı topraklardaki mezarlıklara. Fransızlar da buraya gömmüşlerdi ölülerini: Anzakların, İngilizlerin Çanakkale’de toprak altında uyudukları gibi uyuyorlar sessiz, dingin gömütlükte.
Bu kez de kapının sağ üst yanındaki satırları okudum:
1re ET 4 cme
Divisions De
L’arme Française
(Fransız Ordusunun 1 ve 4’üncü tümenleri.)
Sömürgecileri, işgalcileri, Pierre Loti’nin “Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü” adlı kitabını anımsadım. Fransa’nın Ortadoğu’ya gösterdiği ilgi, bütün sömürgecilerin gittikleri yerlerde gözettikleri gibi, ekonomik, dinsel, politik ve kültürel alanlarda kendi ulusal çıkarlarını gözetmek çizgisinde gelişmiştir. (Belki de, Braudel’in savları doğrultusunda, Doğu’dan yükselmiş ve Batı tarafından yozlaştırılmış olan gerçek uygarlığın izini sürmek de amaçlarından biridir. Aydınlanma Devrimini yaratmış ve yaşamış olan ‘Uygar Fransa’nın, gerçek uygarlığı yeniden keşfe çıkması pek de akla aykırı olmasa gerek.) Uluslararası pazarda ağırlıkla yer alacak biçimde Fransız ticaretinin önünü açan ve daha sonra Kanuni döneminde “kapitülasyonlar” adıyla anılacak olan ilk Osmanlı ticari ve ekonomik ödünleri I. Selim zamanında verilmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonları ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nda önde gelen yatırımcı ülke durumundadır. Fransa’nın süreç içinde yenilenen kapitülasyonlarla elde ettiği haklar arasında “Osmanlı toprakları içindeki Cizvit ve Kaposen misyonerleri ile tüm Roma Katoliklerini koruma hakkı” da bulunmaktaydı. Bu haklar doğrultusunda, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Fransızlar tarafından İskenderun ve Antakya gibi, bölgedeki önemli yerleşim merkezlerinde okullar, hastaneler açılmış, Fransız mimari biçeminin temel öğelerini taşıyacak biçimde yerel yönetim yapıları ve konutlar yaptırılmıştır. 1870’lerde sömürgecilik politikasını başlatan ve edindiği özel haklar aracılığıyla Suriye bölgesinde ve şimdiki Hatay topraklarında özgürce uygulama olanağı bulan Fransa bölgede manda yönetimini kurarak edindiği güç ve saygınlıkla uluslararası politik ilişkilerde de ağırlığını ortaya koymuştur. Kültürel alanda Fransa’nın beklentisi sömürgecilerin ortak emellerinden biri ve başta geleni olarak belirginleşmişti: Uygulamada öncelik eğitim dizgesinde köktenci değişiklikler ve düzenlemeler yapılmasındaydı. Böylelikle, eğitim yoluyla yayılacak olan Fransız dili aracılığıyla manda bölgesinde kendi dili ve kültürüyle yetiştireceği yerli (işbirlikçi) okumuşların da katılımıyla Fransa’nın yöredeki denetimi ve egemenliği sağlanacak, zaman içinde pekiştirilerek sürekli kılınacaktı.
Fransızlar bölgeye yerleşmek ve sonsuza kadar kalmak niyetiyle gelmişlerdi, ülkelerinin geleceğine ilişkin büyük tasarıları ve hayâlleri vardı. Fakat dönemsel gelişmeler bakımından, Fransa’da işler bekledikleri gibi gelişmedi. Hitler’in Avrupa’daki baskıcı, faşist, kan dökücü genişleme siyaseti doğrultusundaki girişimleri ve beklentileri, Suriye’deki iç çekişmeler, İskenderun Sancağı’nda filizlenen özgürleşme, bağımsızlaşma düşüncelerinden kaynaklanan ve işgalcilere karşı beliren tepkiler, direnişler, bölgedeki Fransız yatırımlarının beklenen verimde ve kârlılıkta olmaması, Fransa’nın kendi ekonomisindeki dönemsel bunalımlar, yüksek enflasyon, Fransız Frangının büyük ölçüde değer yitirerek alım gücünün kalmamasından kaynaklanan büyük toplumsal bunalım (1936) ve benzeri olumsuz gelişmeler, işgalci Fransa’nın Suriye, Anadolu ve Hatay bölgesindeki emellerinin istedikleri ölçülerde ve bekledikleri sonuçlarla hayata geçirilmesine olanak tanımadı. Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası politik platformdaki kararlı tutumunun da sonucu olarak Fransa’nın bölgede kurduğu manda yönetimi, öngörüldüğü gibi uzun ömürlü olamadı. İlginçtir ki bu süreçteki gelişmelerin ardından, İskenderun Sancağı on iki yıl sonunda özgürlüğüne kavuştu. Fransız manda yönetimi 1928 ile 1936 yılları arasında, İskenderun’un kentleşme olgusunda sınırlı ölçüde etkili olabilmişti. Bir de, Fransızların yaşam anlayışından yansıyan etkiler, kent halkının yaşam anlayışında birtakım değişikliklere neden olmuştu.
Böylelikle, Fransızlar doğudaki sonuncu başarısızlıklarını Anadolu topraklarında yaşamış oluyorlardı. Suriye’deki egemenliklerini biçimsel olarak farklı düşünmek ve kabul etmek gerekiyordu. Vietnam’da yaşadıkları ilk bozgun 1946’da, sonuncusu ise 1954’teydi. Sonunda oradan da kovulup yerlerini Amerika Birleşik Devleri’ne bırakmışlardı. (1955) Şimdilerde de aynı emperyalist devlet Ortadoğu’ya el atmıştı. (ABD’nin bölgedeki gözüpekçe ataklarından esinlenen Fransa da, doğudaki itibarını yeniden kazanmak için olsa gerek, Lübnan’la ilgilenmeye başladı.) ABD, İskenderun Körfezi üzerinden Ortadoğu’yu ele geçirerek Kafkaslar’a oradan da Afganistan benzeri “kurtarılmış bölgeler” aracılığıyla tüm Ortaasya’ya uzanmak, bölgedeki doğal kaynakları ele geçirmenin yanında, kendine yeni büyük rakip ve tehdit olarak gördüğü Çin’i kuşatmak niyetindeydi. Niyeti böyleyken, daha önceleri Anadolu’yu işgal edenlerin başına gelenleri unutmuş görünüyordu. Dönemin koşullarında, bölgeye doğrudan bir saldırıyı göze alamadığı için olsa gerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturduğu siyasal süreçlerde kendine dolaylı olarak bağlayacağı uydu devletler kurulmasına, bu devletleri yönetenlerin Amerikancı olmasına özen göstermişti. Yüzyılın başından beri Anadolu toprakları ve Ortadoğu petrolleri üzerinde çıkarcı, emperyalist emeller beslediğinden, Lozan Antlaşması’nın kendisiyle ilgili yan sözleşmesini kabul edip onaylamamıştı. Oysa 1950’lerden bu yana Amerika Birleşik Devletleri ile pek çok ikili anlaşma imzalanmış, askeri, ekonomik, kültürel konularda işbirliğine gidilmiştir. Onun yanı sıra, Fransa da bölgedeki emperyalist emellerinden caymış değildir. İsrail’in Lübnan’a saldırmasının ardından, Güney Kıbrıs’ta askeri üs edinme yolunda adımlar atmış, gözünü yeniden Ortadoğu topraklarına dikmiş bulunuyor. Aç kurtların sofrasından o da bir şeyler kapmak niyetindedir. Ancak, Fransızların 20’nci yüzyılın ilk yarısında Suriye ve Anadolu topraklarında yaptıklarını ve başlarına geleni unutmamaları gerekir. İskenderun unutmuyor: Fransız Askeri Mezarlığı’nın karşısındaki meslek yüksekokulunun adını okuyunca burukça gülümsemekten kendimi alamadım:
Mustafa Kemal Üniversitesi
Turizm İşletmeciliği Ve Otelcilik Yüksekokulu
İşte yanıt buradaydı, yine Mustafa Kemal konuşuyordu. Başımı iki yana sallayarak burukça gülümsedim bir kez daha; Fransızları düşündüm: Keşke turist olarak gelselerdi, gömütlük yerine çok yıldızlı otellerimizde kalsalardı… Sömürgecilik, yani açgözlülük uğruna yok edilen insanları, genç yaşta tüketilen körpe hayatları anımsadım. “Fransız Askeri Mezarlığı”nda uyuyan genç askerler yaşamlarını ülkelerinde sürdürüp mutlu olabilirlerdi ama işte burada yatıyorlardı. Keşke gömütleri kendi ülkelerinde olsaydı…
Emperyalist devletlerin gözü dönmüş çağdaş yöneticilerinin Mustafa Kemal’i niçin sevmediklerini, onun adını ve Anadolu üzerinde yükselen büyük yapıtını niçin yok etmek istediklerini Fransız Askeri Mezarlığı’na son kez bakarken daha iyi anladığımı düşünüyordum.
Artık geri dönüp o eski kiliseyi bulmam gerekiyordu. 1964 yazında Karin’le buluştuğumuz gizli tapınağımızı. Gömütlüğün yanında ya da içinde olmalıydı diye anımsıyordum ama belleğim yanıltıyordu besbelli. Biraz daha yukarılara, Paç’a doğru ilerlemem gerekiyordu anlaşılan. Geldiğim yoldan geri döndüm, Sarımazı-Belen yönünü ardımda bıraktım; yüzüm kente bakıyordu şimdi. Deniz yönünde yürümeye başladım. Yürümek beni yatıştırıyordu. Belki Karin’le karşılaşırım iyimserliği yüreğimi titretiyordu. Üstelik Nesrin’in o eski evi de buralarda bir yerlerde, ilerlemekte olduğum yolun üzerindeki sokaklardan birindeydi. Sırtım ürperdi. Hava ılıktı ama üşüyordum. Ardıma dönüp bakmaktan korkuyordum; beni kovalayan Ali Bakır olabilirdi, Nesrin’in yapı ustası babası, Fransız ordusuna gönüllü yazılmıştı ve işgalci askerlerin arasında yer alıyordu… Sağ elindeki kocaman keseri havaya kaldırmıştı, her an bana yetişip kafama, boynuma, sırtıma art arda vuruşlarla ruhumda olduğu kadar gövdemde de yaralar açabilirdi. Bu aşamada bütün gövdemle ürperiyordum. Geriye dönüp bakmayı göze aldım: Fransız Askeri Mezarlığını bir kez daha gördüm. Fransızlar da burada ağır bir travma yaşamışlardı, bir türlü unutamıyorlardı Anadolu topraklarında başlarına geleni ve Türkiye düşmanlığını bu kırılmanın üzerinde yapılandırmışlardı. Daha derindeki asıl “travma”nın adını en doğru biçimde Pierre Loti koymuştu: “Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü.”
İşte, Fransız Askeri Mezarlığında yatan buydu aslında; Fransa’nın Doğu’nun ön kapısı olan Anadolu’daki ölümü. “Uygar Fransa” Anadolu kapılarından kovuluşunu hâlâ unutabilmiş değil; Uluslararası platformlarda Türkiye’yle uğraşmasının temel nedenleri bunlar. Sözüm ona “Türk dostu” olan Pierre Loti’nin yakınması da aslında aynı gerçeklikten kaynaklanıyor. Fransa’nın “Doğudaki Ölümü” Anadolu’da ve Anadolu’nun güneydeki kapısı Hatay toprakları üzerinde olmuştur. Bu yüzden Fransa, günümüzün politika pazarında, Türkiye’ye karşı ucuz düşmanlıklar ardından koşmaktadır. Ancak bizler de, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde örneklenen onurlu duruşumuzu sürdüremediğimiz için onların olumsuz tutumuna dolaylı katkılarda bulunuyoruz.
Burhan Günel – Ekim 2011
Hatay’da Fransız Okulları Ve Paralı Askerler
“14 Temmuz 1789’da başlayan Fransız ihtilalı, devlet ve toplum hayatında önemli değişikliklere neden olmuştur. İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, bütün insanların özgür ve eşit olduklarını bildirmekteydi. Bu bildiri, Fransa’da demokrasinin temel yapısını oluşturmuştur. Devrim, derebeyliğe yani feodaliteye kesin darbeyi vurmakta ve sınıf ayrımını ortadan kaldırmaktadır.” [Fransızların Milli bayramı Bastille Günü, 14 Temmuz (1789)](*)
Fransa’da bu ihtilal olduğunda Osmanlı devleti bu ihtilalın manasından uzaktı. O tarihe kadar Büyükelçiliğimizin olmadığı Fransa’da bu olaylar olurken Osmanlı devleti çok sonra başka elçiliklerin verdiği bilgilerle bu ihtilal den haberdar olabildi.
Ama Hataylıların, Suriyelilerin ve Lübnanlıların bu bayramı 1924’lerde benimseyeceğini kim önceden bilebilirdi.
Birinci dünya savaşı cereyan ederken (1916) Suriye ve Doğu Anadolu İngiliz ve Fransız işgaline uğradı. Daha sonra 20 Ekim 1921’de Fransa’nın idaresine geçen Suriye ve Lübnan’da Fransız kanunları geçerli idi. Fransa’da halk hangi bayramı kutluyorsa Fransızlar bu topraklarda Marunilerle (Hıristiyan Katolikler) birlikte aynı bayramı kutlayıp sevinirlerdi. Bu bayram kutlamalarına yerli halkında katılması teşvik edildi ve başarıldı. Yıllar ilerledikçe Maruniler bu bayramı kendi grupları içinde kutlarken yerli halk en güzel giysileriyle bu bayramı açık alanlarda kutlamaya devam etti.
“Fransızlar bölgedeki Marunileri devamlı surette desteklemişlerdir. Bu destekleme nedeniyle Fransızlar Maruniler üzerinde etkili olmuştur. Suriye Lübnan’daki Marunilerde Fransızlara karşı büyük bir sevgi besliyorlardı.
Fransızların kurdukları Lübnan devletinde Maruniler mutlak çoğunluğa sahip olmuşlardır. Fransızlar tüm Hıristiyan mezhepleri bir mezhep altında toplayarak tek söz hakkı verip, böylece Fransız mandasına daha bağımlı hale getirmişlerdir.”(**)
Hatay’da da durum farklı değildi. Antakya ve Samandağ ahalisi 1982 yılına kadar Fransızların en önemli bayramı olan millet bayramını (Fransız İhtilalı 14 Temmuz 1789) “Evvel Temmuz” adı altında hep kutlamışlardır. Bu kutlamalar geleneksel olarak hep Samandağ sahilinde yapılırdı. Şimdilerde ise hala 14 Temmuz’da Samandağ sahillerinde festivaller – eğlenceler tertiplenir, adı bayram olmasa da.
“İskenderun sancağı 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla yaptığımız Ankara antlaşması ile Suriye sınırları içinde kaldı.” (**)
(Aslında bu anlaşma henüz ilan edilmemiş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin onayıyla yapılan bir anlaşma değildi. Bu sınır İskenderun sancağı hariç üst tarafı ve Güneydoğu – Doğu Anadolu tarafları İngilizlerin kontrolünde, İskenderun Sancağı, Antakya ve Suriye Lübnan tarafı Fransızların kontrolünde kalması hususunda iki ülkenin vardığı bir anlaşma sonucuydu. İşte bu anlaşmadan (20 Ekim 1921) önceki yıllarda İngilizler amaçlarının selameti için İskenderun Antakya ve Samandağ’ında da okullar açmış idiler.)
1835 yıllarında Fransız okulları ve yabancılara duyulan sempati hakkında, yazar Ali Beledi “Tariku’l-Hürrriye” kitabında şu satırlara yer veriyor:
“Fransa’nın işgali altında olan Suriye’de İskenderun sancağı Halep’e bağlandı. Fransa, Suriye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek amacıyla bölgedeki misyoner rahiplerin sayısını arttırmaya başladı. Bu misyonerler dini yaymanın yanı sıra tabi oldukları ülkenin çıkarları ve emelleri doğrultusunda faaliyet gösteriyorlardı.
Misyonerler Suriye ve Beyrut’ta Osmanlının idare ve eğitim yetersizliğinden faydalanarak burada okullar açtılar. Bu okullar Mısır valisi M. Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın Suriye’yi yönetimi sırasında Suriye’de yaşayan yabancılara Osmanlılardan daha çok ayrıcalıklar tanıması ile Beyrut,Şam ve Halep gibi merkezlerde açılmıştır. “(***)
Bu okullarda eğitim görenler o güne kadar Osmanlının hiç akıl edemediği eğitimi Fransızlardan almaya başladılar. Bu okullarda hem Fransızca dili hem de Arapça okuma yazma eğitimi veriliyordu. Bu eğitim Fransızlar Hatay’dan çekilene kadar sürdü. Türkiye Cumhuriyeti İdaresi altına giren Hatay’da Fransız okullarında eğitim görenlerin çoğu devlet memuru oldu bazıları da Milletvekili seçildi. Tayfur Sökmen, Abdullah Cilli gibi…
“Bu okullarla Fransa, Suriye’nin en küçük köylerine kadar sokulmuştur. Bunların asıl amacı insanlara hizmet değil, Suriye üzerindeki emellerini gerçekleştirmekti. Bu Fransız okullarına giden öğrencilere etnik ve dini ayrımcılık dersleri verilmiş ve kardeş kavgalarına zemin hazırlanmıştır.” (***)
Fransa kendini bölgenin efendisi olarak takdim edince bölgenin sözde güvenliği için Hatay, Suriye ve Lübnan halkından askerlik çağındaki erkekleri (her kesimden) maaş bağlayarak askere aldıklarını yaşlı amcalar-dedelerimiz teyit etmektedir. Bu paralı askerler arasında kıdemli asker olma hakkı sadece Marunilere aitti.
Hatay meselesi: 23 Temmuz 1939 yılında referandum neticesi Hatay Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi kendini feshederek Anavatana katılmasından sonra Fransız ordusunda kalmak isteyenler Fransızlarla birlikte Suriye’ye çekildiler.
Bu tarihten önce İskenderun yakınlarındaki köylerde yaşayan şeriatçı Türk Sünniler, Türkiye Cumhuriyeti Laik bir devlet ve Suriye’de de şeriat yasaları geçerli olduğundan referandumda Anavatana ilhaka hayır oyu kullandıklarını unutmayalım.
………
Bu kadar yıl geçtiği halde İngiliz, Fransız ve ABD oyunları Arap ülkeleri için oynanmaya devam ediyor. Bundan artık şu sonuca ulaşmamız zor olmasa gerek. Batılı ileri demokrasi sahibi(!) ülkeler asla Araplar için demokrasi istememektedirler. Batılıların bu sözde demokrasi taleplerindeki ısrarları aslında çirkin emelleri için kendilerine daha fazla sömürme demokrasisi içindir. İletişimin üst düzeyde olduğu günümüzde neyse ki bu ayak oyunları fazla gizli kalamıyor.
Fahir Semir Abacı – Ekim 2011
Sömürgeciliğin “İnsancıl”I Olur Mu?
“Keşke doğal yaşam koşullarımızı koruyabilseydik!” hayıflanmasıyla insanın üretim ilişkilerini geliştirmediği, dolayısıyla doğayı tahribe yönelmediği ve sınıfsal çelişki ve çatışmaların olmadığı döneme dair düşünmeye başladığımız zamanlar olur. Ne yazık ki böyle anlarımızı, derinlemesine yoğunlaştırdığımız ve başka insanlarla ortaklaştırarak geliştirdiğimiz ortamlar pek yaygın değildir. Çünkü postmodern bir anlayışla “insancıl emperyalizm” koşullarında yaşamaktayızdır ve bunu kabullenmemiz için medya başta olmak üzere bütün ideolojik aygıtlardan “tüketici yaratık” işlemine tabi tutuluruz. Doğrusu, bu işlemin teknolojinin her şeye kadir olduğu günümüzde kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettiği birçok örnekle kanıtlanabilir; bundan 100 yıl öncesine kadar klasik sömürgeciliğin geçerli olduğu koşullarda savaşlar, işgaller yoluyla özellikle hammaddelerin zor alımla getirilip mamül madde olarak sömürge ülkelere satıldığı bir mekanizmadan söz edilebilir. Yaklaşık yüzyıl önce, başta İngiliz sonra da Fransızların işgaline uğramış Lübnan, Suriye, Adana-Maraş-Antep-Urfa coğrafyasında yaşananları dikkatlice incelediğimizde “insancıl emperyalizm”in ilk örneklerine tanık olmaktayız.
1918’de başlayan işgal, 1938’e kadar Antakya-İskenderun çevresinde sürer. Fransızların işgal politikaları, “uygarlık götürmek” üzerine kuruludur. Şimdilerde ABD emperyalistlerinin “demokrasi götürmek” retoriğine ne kadar benzemektedir değil mi? Ayrıntıya girmeden, 1960’ta benim doğduğum topraklarda yaşanan birkaç olayı örnekleyerek bu durumu açığa kavuşturmak istiyorum. O zamanlar bugünkü Yayladağı’na “Ordu” deniyormuş. 1900’lü yılların başında “Muradiye” adının kullanıldığını da tarihsel kayıtlardan biliyoruz, Osmanlı Tahriri Defterlerinden örneğin. “Ordu”nun bağlı olduğu kaza, şimdilerde Suriye’ye emperyalist müdahalede bulunmak için üs olarak seçilen Cisr-i Sugur imiş. Yanılmıyorsam “tahta köprü” anlamına geliyor. Bilindiği üzere Asi nehri üzerinde Romalılardan itibaren kurulmuş beş büyük köprüden biri de buymuş. Antakya’daki 1970’te yıkılarak tarihe kara bir leke olarak geçmişti; sevinelim ki eskiden Cisr-i Hadid denilen Demirköprü ayakta duruyor.
“Ordu” nahiyesine bağlı köyler de resmi işlerini Cisr-i Sugur’da hallederlermiş. Örneğin Kışlak’a, Çöreki mekiinden gelen “Killi Hacılar” denilen ailenin lideri, 19. yüzyılın sonlarında arazilerini tapulatmak üzere buradan tapu memurlarını getirterek işle yaptırmış ve Osmanlıca kaydın yapıldığı belge torunlarından inşaat mühendisi Niyazi Gündüz’ün elinde mevcuttur. Bu kişinin de arazisinin bulunduğu Dutluk mevkiinde ipekçilik yapılırmış ve haril adı verilen ipekler Fransızlara tabi tüccarlar tarafından toplanarak Halep’te işlenirmiş. Bu işlemin Süveydiye, Harbiye bölgesinde kurulan tezgahlarda daha yaygın biçimde gerçekleştiğini, hatta fabrikasyona geçenlerin bulunduğu kayıtlarda mevcuttur. Osmanlı’nın son döneminde, yani 19. yüzyılın sonlarında Antep’teki dokuma tezgahlarını gören bir İngiliz tekstil tüccarının, buradaki kurnaz, bizim deyimimizle işbirlikçi kumaşçılarla anlaşarak Londra’dan gemilerle kumaş göndererek, zamanla nasıl fabrikasyon üretime alıştırıldıklarını ve yerel tezgahların adım adım nasıl etkisizleştirildiğini bilmekteyiz. Benzer bir uygulama Fransızlar tarafından Antakya ve çevresinde gerçekleştirilir. Suriye-Lübnan ve İskenderun Sancağı’na “uygarlık” getiren Fransız emperyalizmi, bunu bölgede yaşayan halka benimsetebilmek için de “kaymış” adı verilen renkli şeker gibi yedirmenin yollarını bulur. Örneğin şekerin kilosu Fransa’da 5 Frank iken burada 1 Frank’a satılır. Bu durumu, uzun yıllar Yayladağı Belediye Başkanlığı yapan Yusuf Şerifoğlu şöyle betimler: “Fransızlar, müstemlekelerinde kendi halkına göstermediği toleransı gösterirlerdi. Onlara hizmet vermekte, onlara şirin görünmekte, onlara paye vermekte; arzulanan hedef yöre halkının baş kaldırmaması, kendilerini uğraştırmaması, uyuyan bir kitle haline getirmek dileği gibi rahat. O insanları sömürmek isterlerdi. (…) Denk durana bir şey yok veya padişahın devesini ürkütmez iseniz, kimde size bir şey yapmaz.”[1]
Doğrusu, Yusuf Şerifoğlu’nun bu kitabını okuduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü, 1990 başlarında İskenderun’da yayımlanan Ses gazetesinde günlerce tefrika edilen bir incelememde[2] kendisinin birinci dereceden yakını olan Burhan Ağa’nın Fransız işbirlikçisi olduğunu açıkladığımda bana tepki gösteren bir mektup yazmıştı Yusuf Bey. Aynı yılların sonunda yayımladığı bu kitabında Fransızların sömürü işini nasıl yaptığını bizzat şöyle açıklamaktaydı: “İlçemizde bir nahiye müdürü, bir onbaşı, 5 jandarma bulunurdu. Asayiş bu mevcut ile yapılırdı. Bu mevcudun yapamayacağı olaylar karşısında halktan birer nokta olan, önder olabilecek kişilere birer mavzer, bir de Fransız bayrağını simgeleyen bezden yapılmış bir nevi şilt verilirdi. İlçemizde 14 kişiye verilmişti. Sözde bu kişiler onore ediliyordu. Siz de mavzeri omzunuza alıyorsunuz, şilti yanınıza takıyorsunuz. Herhangi bir yere giderken rahat gidiyorsunuz. Belki de bazılarına bir gurur vesilesi de oluyordu. Verilenlerden hatırımda kalanlardan bazılarını bildirmek gerekirse, Çolak Onbaşı, Ali Onbaşı, Hacı Hisam Ağa, Burhan Şerifoğlu, Mehmet Yaldızcı, Fayık Yalım.”[3] Şimdi, somutlamak gerekirse, benim 1960’ta doğduğum Kışlak’ta “Yukarı Mengene” olarak bilinen zeytin sıkım atölyesinin sahibi de olan yörenin toprak ağası ve Fransız işbirlikçisi Burhan Ağa, Burhan Şerifoğlu değil de kimdir?
Evet, Yusuf Şerifoğlu’nun çok güzel betimlediği Fransız “insancıl emperyalizminin Antakya-İskenderun bölgesinde gerekleştirdiği birçok modernleşme çabalarından biri olan Yayladağı-Antakya karayolunun 1926’da başladığı ve 1933’te trafiğe açıldığı biliniyor. Bu yolun yapımında köylülerin çalıştırıldığını yaşlılarca anlatılan ve bugünde Kışlaklıların diline pelesenk olan şu hikayeden biliyoruz. Yolun yapım işlerini taksim eden görevli, Kışlaklılara Kızılgöl mevkiin düştüğünü bildirmiş. Ancak yapım işi incir üzüm zamanına denk geldiğinden bostan ve bahçelerine göçen Kışlaklılar, bu sürede çalışmamışlar. Yol parası 125 kuruş olup bunu o koşullarda birçok köylü veremeyince yolda çalışmaya gidenler, Şenköy dağında çalışmak zorunda kalırlar. İtiraz edenlere yolu taksim eden görevli, “Ben daha önce size köyünüze yakın olsun diye Kızılgöl mevkiini vermiştim, niye gelmediniz, ananızı mazı ağaçları ….” der. Bundan böyle söz dinlemeyen kişiler için bu küfür söylenegelir. Burada söylenen “mazı” sözcüğü, “meşe” anlamına gelmektedir.
Yayladağı-Antakya karayolunda çalışan işçiler için, Kızılgöl’de bir dükkan açılır ve onların ihtiyaçlarını buradan karşılamaları sağlanır Fransızlarca. Aybaşında buradan yaptıkları alışveriş karşılığı alacaklarından kesilir. Böylece “insancıl emperyalizm”in ticari mekanizmasına da yöre halkı alıştırılır.
Doğrusu, kapalı ekonomiden piyasa ilişkisine uzun yıllar içinde sürüklenen Yayladağı halkı, Türkiye’nin en güney ucunda olmanın avantajını “piyasanın zehirleyiciliği”nden en az etkilenerek sürdürür. O güzelim havası, henüz kirletilmemiş doğası, bu bölgeye kaydırılmak istenen TOKİ projeleri başta olmak üzere kapitalizmin pisliklerine maruz kalmadan nasıl korunur, bizim “insancıl emperyalizm”in kaynağı olan paranın saltanatına karşı halkın ve doğanın egemenliğini savunmamız gerekmiyor mu?
Müslüm Kabadayı – Ekim 2011